“BUDALA” MIŞKİN NEYİ TEMSİL EDİYOR?

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin en önemli romanı hangisidir? Orhan Pamuk, bu unvanı Karamazov Kardeşler’e verir1. Ancak yine 19. yüzyılın Rus mizah ustası Saltıkov-Sçedrin’e göre ise Budala2, Dostoyevski’nin en önemli romanıdır.3 Nazım Hikmet’e göre ise, Budala romanı, her ne kadar “anlatılmaya değmez insanları anlattığı için”, “tek taraflı, kısır ve ölü bir doğum” olsa da, roman tekniği bakımından muazzamdır:

“Süleymaniye Camii’ni bir kere daha tekrar etmek nasıl acayip bir şey olursa, sırf roman tekniği bakımından Budala’yı da tekrar ve taklit etmek bence o kadar acayip ve gerici olur. Budala’nın roman tekniğinden sonra, roman tekniği kanaatimce bir hayli başkalaşmış ve tabir-i caizse inkılâpçılaşmış ve kuruluşunu, teknik hilesini daha az belli eder olmuş, içerik realistleştikçe teknik de aynı şekilde realistleşmiştir.”4

Rusya’nın “üç milli romanı” ve Dostoyevski’nin başyapıtları sayılan “Suç ve Ceza” “Budala” ve “Karamazov Kardeşler” içinde, kanımca, Budala, diğer ikisinden de yüksek bir yerde durmaktadır. Zira hem Dostoyevski’nin tüm eserlerine yayılan temel meselesi olan “insan sorununu” en kapsamlı biçimde ortaya koymakta, hem bunu Dostoyevski’nin sürgün sonrası döneminin temel sorunu olan “Tanrı sorunuyla” harmanlamakta ve güncel bakımdan çok tartışmalı bir konu olan “Rus Ruhunu” ya da “Rus İdesini” kendi bakış açısından sergilemektedir. Her ne kadar Karamazov Kardeşler, Dostoyevski’nin en felsefi-politik ve bildirgesel romanı sayılsa da, kanımca bu bakımdan da Budala daha yüksekte durmaktadır. Zira Budala’da bu içerik, daha başarılı biçimde roman kurgusuna içerilmiştir. Belki de Nåzım’ın roman tekniğine yaptığı vurguyu bu bağlamda anlamak gerekir.

Budala’nın temel meselesi

Dostoyevski’ye göre Budala romanının temel düşüncesi, “mutlak iyi insanı” anlatabilmektir.5 Bu çabaya girişen gerek Rus, gerekse Avrupalı yazarlar (Don Kişot’u yazan Cervantes hariç) o güne değin hep pes etmişlerdir, Zira “Yeryüzünde tek bir mutlak iyi insan vardır, o da İsa’dır.” Dostoyevski aslında daha yola çıkarken, gerçek olmayan bir insanı betimlediğini biliyordu; Prens Mışkin şahsında tasvir ettiği, bir insandan çok, bir peygamberdir. “Mutlak iyi” insan, ancak dinsel idealizasyon düzeyinde var olabilir. Gerçek dünyada var olmayan bir karakteri betimlemek, Dostoyevski gibi gerçekçi bir yazarı zorlamıştır. Mışkin’in gerçek dünyayla uyumsuzluğu ise, onun sara hastalığının ya da “budalalığının” perdesi altına gizlenmiştir. Peki, Dostoyevski gerçekte var olmayan ve var olamayacak bir karakteri yaratmaya neden girişmiştir? Onun buradaki amacı, Rusya’yı kurtarma programını, Mışkin’in şahsında serimlemektir. Budala’nın temel meselesi, “Rusya’nın kurtuluşu”dur. Bu kurtuluş, ancak, Rus Ortodoks Kilisesi’nin sürdürdüğü gerçek İsa inancı temelinde, dine sıkıca sarılacak ve günahlardan arınarak sağlanabilecektir. Ki Dostoyevski, Puşkin Konuşması’ndan6 iyi bildiğimiz üzere, Rusya’nın kurtuluşunu insanlığın kurtuluşuyla özdeş görmektedir.

“Budala” Mışkin ve “kötü kadın” Nastasya Filipovna

Budala romanının başkahramanı Prens Lev Nikolayeviç Mışkin, saf, alık, naif, dürüst, samimi bir soyludur. Bu özelliklerini, çocukluğundan bu yana tedavi için sınıfından uzakta, İsviçre’de yaşamış olmasına ve kısmen de sara hastalığından dolayı gerçek toplumsal ilişkilerde kendisine bir sorumluluk düşmemiş olmasına borçludur. Mışkin, bu özellikleriyle ait olduğu sınıfa yabancıdır. Orada yer edinemez. Ama o sınıfın kodlarından da çıkamaz.

Romanın kadın kahramanı olan Nastasya Filipovna ise Totskiy adlı iğrenç, alçak, “şehvet düşkünü” bir adamın “evlatlık” edinip yetiştirdiği, ama sonra istismar ettiği, talihsiz, genç, güzel bir kadındır. Romanın daha girişindeki takdim bölümünde bize onun “kötü anılan bir kadın” olduğu söylenir. Varlığıyla sosyete topluluğunun kurallarını ve saygınlığını sürekli sarsar, zorlar. Aynı zamanda, neredeyse romandaki tüm erkek kahramanların arzu nesnesidir. Ancak o bu nesneleşmeyi, alınıp satılmayı kabul etmez ve sosyete toplumunun “ahlâk” adı altında gizlediği ikiyüzlülüğü sürekli onların yüzüne vurur. Nastasya Filipovna, romanın heyecan ve dinamizminin yegâne kaynağıdır aslında. Onsuz roman, kuru bir ahlâk vaazı gibidir. Nastasya (Mışkin değil) bu romanın canlı özüdür. Mışkin ne kadar insana özgü çelişkilerden uzaksa, Nastasya Filipovna bir o kadar bunları kendisinde cisimleştirir.

Romanın ana tezi, “Budala” olarak bilinen Mışkin’in değil, Rus soylu sınıfının akıl hastası olduğu; “kötü olarak anılan” Nastasya Filipovna’nın değil, sosyete topluluğunun ahlâksız olduğudur.

Diğer bazı karakterler

Aglaya Yepançina, soylu bir ailenin, iyi yetiştirilmiş, evden hiç çıkmamış, güzel kızıdır. Bu özellikleriyle Nastasya Filipovna’nın antitezidir. Ya da belki Aglaya tez, Nastasya antitezdir. Neticede bu iki kahraman birbirinin “ters ikizi”dir. Aglaya, Prens Mışkin’e âşıktır, o da Aglaya’yı sever ama evlenmeleri feodal toplumsal kodlara göre pek mümkün değildir. Aglaya’nın Mışkin’i soylu sınıfa kabul ettirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanır. Nastasya Filipovna da, Prens Mışkin’i Aglaya ile, bu “ahlâk timsali” sevimli kadın ile evlendirmek ister, ama Aglaya’nın da aslında kendinden pek bir farkı olmadığını görünce bundan vazgeçer. Mışkin ile ikisi de evlenemez. Nastasya Filipovna ona tutkuyla bağlı Rogojin ve ona merhametle bağlı Mışkin arasında bir türlü tercih yapamaz.

Rogojin, Nastasya Filipovna’nın aşığı, zengin bir mirasyedidir. Onun uğruna servetini dökmeye hazırdır. Tutkulu ve hastalıklı âşık profili çizer. Roman boyunca çözülmez bir yumak gibi sarmalanan Nastasya – Mışkin – Rogojin üçlemi, Nastasya’nın bir Mışkin’i, bir Rogojin’i terk etmesi üzerine düğün skandallarıyla sürerken, sonunda bu kördüğüm, Rogojin’in Nastasya Filipovna’yı katletmesiyle son bulur. Üçlü çelişkinin bir yönü Nastasya’nın bir Mışkin’le, bir Rogojin’le evleneceğini vaat edip ikisini de terk etmesiyse, diğer yönü ise Rogojin’in bıçağının kâh Mışkin’in kâh Nastasya’nın ensesinde gezinmesidir. Romanın “görünen” ruh hastaları Nastasya ve Mışkin iken, “gerçek” ruh hastaları ise Rogojin ve Ganya’dır.

Gavrila Ardaliyonoviç İvalgin (Ganya), tefeci olmak isteyen, hırslı, paragöz bir gençtir. Nastasya Filipovna ile sırf Totskiy’nin koyduğu 75 bin rublelik çeyizinden (drahomasından) dolayı evlenmeye razıdır. Dahası onu zaman zaman General Yepançin’e ve Totskiy’e de sunmaya razıdır. Bundaki asıl amacı ise para kazanmak ve zengin olmaktır. Nastasya Filipovna’nın 100 bin rubleyi şömineye attığı klasikleşmiş sahne Ganya’nın içindeki şeytanın da ortaya çıktığı andır aslında. Ganya paraya tapındığı için kişiliği bozulmuş ve ruh sağlığını da yitirmiştir.

Şöminedeki rubleler

Tüm karakterleri bir araya toplayarak, onların arasındaki sınıfsal, sosyal, cinsiyete dair farkları hareketli bir biçimde sergilemek, Dostoyevski’nin tipik bir roman tekniğidir. Budala’da da bu türden üç meclis görüyoruz. Bunlardan ilki, Nastasya Filipovna’nın doğum günü vesilesiyle ağırlıkla erkeklerden oluşan bir davetli topluluğunu bir araya getirdiği sahnedir.

Budala romanındaki en önemli sahne Nastasya Filipovna’nın bu buluşmada, Rogojin’in getirdiği 100 bin rublelik desteyi yanan şömineye atmasıdır. Bu, gerçekten de unutulmaz, klasikleşmiş bir sahnedir! Nastasya Filipovna satılığa çıkarılan yaşamını alevlere savurur:

“Hanımefendiler, beyefendiler! Bu kirli paket… Yüz bin rubledir. Beni açık artırmaya koydular gördüğünüz gibi. Bu iş 18 binden başladı ilkin… Sonra 40 bine çıktı. Ederim, 100 bin rubleyi buldu en sonunda. Sözünü tuttu yine de. Yadsıyamam bunu.”

Totskiy’nin koyduğu 75 binlik drahomaya karşı Rogojin, 100 bin ruble bulup getirmiştir. İşte şimdi şöminede yanmakta olan da bu destedir. Ganya’ya sürüne sürüne bu parayı alma hakkı verdiğinde, Nastasya Filipovna, onun şahsında kadını satılık gören zihniyeti teşhir etmiştir. (Aynı sahneyi Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminde, Nejat İşler’in “sarhoş-fakir-gururlu genç” olarak yinelemesinden tanıyoruz. Bu filmin en etkileyici sahnesi olduğu söylenebilir ama çarpıcılık bakımından Budala’daki sahneye yaklaşamaz. Kış Uykusu’ndaki bağlam, yani yardımını iyiliksever burjuvanın yüzüne vurmak teması, sadece Budala’nın bu sahnesinden değil, daha ziyade Karamazov Kardeşler’de Yüzbaşı Snigirev’in, Katerina İvanovna’nın yardım için yolladığı 200 rubleyi yere atıp çiğnemesi7 sahnesinden alınmış gibidir. Bertold Brecht’in “İyi Adam” şiirini anımsatır.)

Nastasya Filipovna, Ganya ile evlilik kararını, tüm davetlileri şaşırtan bir jestle, henüz pek az tanıdığı Prens Mışkin’e bırakır. Prens Mışkin, Nastasya’nın bu şekilde pazarlanmasına karşı durur, ona evlenme teklif eder. Ama Nastasya Filipovna, Mışkin’e yıkım getirecek böyle bir evliliği kabul etmez:

“Gerçekten de Prens’le evleneceğimi mi sandın yoksa? Böyle günahsız, bir bebeği mahvetmek Afanasiy İvanoviç Totskiy’e özgüdür ancak. (…) Siz Aglaya Yepançina’yla evlenmelisiniz Prens, Nastasya Filipovna ile değil. (…) Siz pek korkmuyorsunuz ama, sizi mahvettikten sonra kendimi kabahatli bulmamdan korkuyorum.”

Totskiy ve diğer burjuvaların yüzüne ahlaksızlarını vurmakta çok açık sözlüdür. Nastasya Filipovna;

“Totskiy, görüyorsunuz, gerçekten de milyonu pencereden fırlatıp attım. (…) Ben bir sokak sürtüğüyüm. Yıllarımın çoğunu hapishane duvarları arasında geçirdim. Şimdi mutlu olmak benim hakkım…”

…Ve Prens’in insancıllığını da teslim eder: “Siz gördüğüm ilk İnsan’sınız Prens…”

Prens Mışkin ile Nastasya Filipovna, 19. yüzyılın Rus sosyete topluluğunun insani yitim ortamında insan kalmayı başaran “iki insan”dır…

Ptitsin, Nastasya Filipovna’nın “eylemini” Japonların harakirisine benzetir. Onu istismar etmiş olan Totskiy de hayranlığını gizleyemez:

“İnsan böyle bir yaratılış ve güzellikle neler yapmaz ki! Ama bütün çabalarıma karşın, her şey mahvoldu. Çok sert ve değerli elmas gibi bir kadın…”

İkinci Meclis: Mışkin nihilistlere karşı

Budala’daki bu türden ikinci toplanış, Prens Mışkin’in mal varlığı üzerinde hak iddia eden bir grup gençle buluşmasıdır. Tabii ki burada Prens Ş., Bayan Yepançina gibi soylu sınıf unsurları eksik değildir. Yine, çok sınıflılık ve çok taraflılık perspektifinden bize Rusya’nın toplumsal durumuna dair tablo sunulur.

Ama buradaki tablo, açıkça çarpıtılmıştır. Dostoyevski’nin “nihilistlerle” bitmek tükenmek bilmez hesaplaşmalarından birisini oluşturur. (“Bunlar şu nihilist dedikleri, öyle değil mi?”, Prens Ş.) Prens Mışkin’in manevi babası olan “Pavlişçev’in oğlu” olduğunu öne süren Antip Bordovskiy ve arkadaşları, Prens’in mal varlığı üzerinde hak iddia ederler. Prens Mışkin onları sakince dinler ve iddialarını çürütür. Aslında bu sahne, kölelik karşıtlarının, “nihilistlerin”, çıkar peşindeki budalalar olarak resmedildiği bir farstır! Devrimci demokratlara karşı tam da Dostoyevski işi bir saldırıdır. Tıpkı Suç ve Ceza’da Raskolvikov’un “teorisiyle” tefecinin parasına sahip çıkmaya çalışması gibi, burada da nihilist gençler, sözde birtakım kurgularla Mışkin’in parasına ortak çıkmaya çalışırlar.

Yeri gelmişken, “nihilist” sıfatının, 1860 ve 70’lerin devrimci demokrat gençlerinin kendilerine verdikleri bir sıfat olmaktan ziyade, onlara yakıştırılan bir niteleme olduğunun altını çizmeliyiz. Onlar kendilerini demokrat, devrimci demokrat veya halkçı (narodnik) olarak tanımlamayı tercih ettiler. İktisadi programları, Rus köy komününün (obşina) zemini üzerinden yükselecek bir (ütopik) sosyalizm, siyasal programları ise çarlığın yıkılması ile politik özgürlüğün elde edilmesiydi. Ancak kurulu düzenin ahlaki, siyasal kodlarını kökten reddetmelerinden ötürü onlara “hiççilik” (nihilizm) tanımlaması yakıştırıldı. Dostoyevski, Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”da Bazarov tiplemesiyle nihilistlere hoş yaklaşmasına çok kızmış ve yeni gelen bu akımların Rusya için felaket olduğunu düşünmüştür. Son dönem romanlarının istisnasız tümünde yeni gelişen bu akımın teşhirini etkili biçimde yapmaya çalışmıştır. Bunu yaparken, devrimci demokrat gençleri elinden geldiğince karikatürleştirmiş, onları sosyal gerçekçi biçimde betimlememiştir. Aslında Dostoyevski, bir yanıyla da kendi geçmişiyle hesaplaşmaktadır. Zira kendisi de bu devrimci demokrat gruplardan birisine (Petraşevski grubu) üye olmaktan yargılanmış ve idama çarptırılmıştır. Ancak Mışkin’in romanda parlak biçimde betimlediği bir mizansenle, son anda, idam mangasının karşısındayken cezası Çar tarafından hapis ve sürgün cezasına çevrilmiştir. 4 uzun hapislik yılının ve onu takip eden sürgün yıllarının ardından aktif edebiyat yaşamına döndüğünde Dostoyevski’nin ideolojik çerçevesi de pan-slavcılığa ve tanrıcılığa doğru kaymıştır.

Suç ve Ceza’daki Lebezyatnikov tiplemesi, bu türden karikatürleştirmelere bir örnek oluşturur. Ancak Budala’daki “nihilist gençler” Lebezyatnikov kadar bile olumlu bir rol oynayamıyor. En azından Lebezyatnikov, Sonya’nın Lujin’in tuzağından kurtulmasını sağlamıştı. Burada ise, “aşırı iyiliğinden” dolayı parasını önüne gelene dağıtan Prens’in bu durumunu istismar etmeye çalışan bir avuç serseri gibi resmedilmiştir bu gençleri. Prens Mışkin ise, bu gençleri muhatap aldığı, onların hak iddialarını ciddiye aldığı gerekçesiyle Bayan Yepançina tarafından sert biçimde kınanmıştır.

Üçüncü Meclis: Mışkin soyluların karşısında

Budala’daki üçüncü toplanma ise, Aglaya Yepançina ile evlendirilmesi düşünülen Mışkin’in, Bay ve Bayan Yepançina tarafından, Prenses Belokonskaya ve başkaca soyluların karşısına çıkartıldığını sahnedir. Romanın ideolojik ve felsefi yönden en önemli sahnesi budur. Mışkin burada soylu sınıfın ahlâki kodları karşısında zorlu bir sınav vermektedir. Prens Mışkin’in Çin vazosunu kırdığı sahne, onun Rus sosyete topluluğu ile olan uyumsuzluğunu da sergilemektedir. Mışkin, bu sahnede manevi babası Pavlişçev’in Katolikliğe geçtiği, hatta Cizvit olduğu iddiası karşısında adeta kendisini kaybeder.

Burada bir parantez açıp, Ortodoksluktan Katolikliğe dönmenin, kapitalistleşen Rusya’da egemen sınıflar arasında “Batılılaşmanın” bir göstergesi olarak görüldüğünü belirtelim. Budala, 1868 yılında, yani Çar II. Aleksandr’ın köylülerin kişisel köleliğini kaldırdığı 1861 Reformları’ndan sonra yazılmıştır. Kapitalizm ülkede hızla gelişmeye başlamıştır. Batılılaşma yönelimi, soyluluk ve burjuvazi içinde yaygındır. Dostoyevski ise, soylu sınıfa Mışkin üzerinden, “köklerine bağlı kalma”, Ortodoksluğa sarılma çağrısı yapmaktadır.

Mışkin, soylulara attığı beklenmeyen nutkunda, “Ahlâk” meselesini Katolikliğe karşı Ortodoksluk vizyonuna bağlar. Burada masum, “iyi” Prensimizi, Katolikliğin “İsa karşıtı bir din” olduğu savı üzerine tekfirci bir söylev verirken buluyoruz. Onun o masum görünüşünün altından çıkıveren bu sofu dincilik, bu katı mezhepçilik, kuşkusuz rastlantı değildi: Dostoyevski’nin onun şahsında tasvir etmeye çalıştığı “mutlak iyi” insanın, İsa’nın ta kendisi olmasıyla ilgiliydi. Zira Dostoyevski’ye göre, Katoliklik İsa’yı çarpıtmıştır. İsa sadece Ortodokslukta yaşamaktadır. Pan-Slavcılıkla Ortodoks mezhepçiliği, Dostoyevski’de iç içe geçmiştir. Mışkin’in aşağıda aktaracağımız görüşleri, aslında Dostoyevski’nin soylu sınıfa çağrısıdır:

“Bence dinsizlikten de kötüdür Roma Katolikliği… Sadece yokumsamayı öğretir dinsizlik ve tanrısızlık. Katoliklik daha da ileri gidiyor oysa; bozulmuş ve gerçeğinden saptırılmış bir İsa gösteriyor bize. Bu, İsa karşıtı bir din. (…) Dinsizliğin bundan çıktığı çok açık değil mi? Roma Katolikliği bir mezhep bile sayılmaz kanımca. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun bir devamıdır sadece. Buna bağlıdır her şey. Papa, ele geçirmiş dünyayı. Tahtı, kılıcı almış. Böylece sürüp gitmiş her şey. Kuşkusuz, sonradan eklenen yalanlar, düzenbazlıklar, aldatmalar, tutkular, sofuluk ve yobazlık da var. İnsanların en saf ve en temiz, gerçekçi ve ateşli duygularıyla oynamışlar… Bunu, para için yapmışlar hem de. İsa karşıtı bir tutum sayılmaz mı bu? Dinsizliğin bundan çıktığı çok açık değil mi?”

“Öyle kolaydır ki bir Rus’un tanrısız olması! Dünyadaki sıradan bir insandan çok daha kolaydır. Ruslar, sadece tanrısız olmakla kalmıyorlar, sanki yeni bir dinmiş gibi tanrısızlığa gerçekten inanıyorlar. (…) sadece yüksek sınıflar tanrıya inanmazlar bizde. (…) Onlar köklerini yitirmişlerdir. (…) Sosyalizm bile Katoliklikliğin, onun kendine özgü yapısının bir çocuğudur. Onu da umutsuzluk döllemiş. (…) Kardeşi tanrıtanımazlık gibi tıpkı…”

Dostoyevski, burada, Batı Avrupa’da doğup gelişen sosyalizmin, Katolikliğin ürünü olduğu yönündeki savını ortaya koymaktadır. Oysa “gerçek Hristiyanlık” olarak Ortodoksluğun karşısında, sosyalizmin tutunma şansı olmayacaktır. “İyi” Mışkin, burada Slavyanofil propagandanın bir aracına dönüşmektedir. Adeta İsa, yeniden doğmuş ve insanlığa Rus dininin doğruluğunu anlatmaktadır.

Başlangıcından beri, Vatikan merkezli evrensel bir mezhep olarak gelişen Katolikliğin aksine, Ortodoks inancı, ulusal kiliseler üzerinden gelişmiştir. Rus Ortodoks kilisesi, Dostoyevski’ye göre kendisinde yalnızca Rus milli kimliğinin vazgeçilmez bir unsurunu değil, aynı zamanda tüm insanlığı kurtaracak “gerçek dini” de taşımaktadır. Aslında bu iddia tarihsel bakımdan oldukça tuhaf da kaçmaktadır; zira Rusya, Prens Vladimir’in kararıyla Hristiyanlığı benimsediğinde tarih İsa’dan Sonra 988 idi ve Vladimir’in başlıca amacı da Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile bağ kurarak, Rus prensliğini dünyaya açmaktı. Yani Ruslar Hristiyanlığı, ortaya çıkışından neredeyse bin yıl sonra ve tümüyle politik amaçlarla, tepeden bir devlet kararıyla benimsediler. Rus halkı çok uzun bir süre pagan inançlarına sadık kalmaya devam etti, bu sebeple devletten büyük baskılar gördü. Dolayısıyla, gerçek Hristiyanlığı neden Rus Ortodoksluğunun temsil ettiği, izaha oldukça muhtaç bir tez olarak kalır. Bu iddianın temelinde Bizans’ın çöküşünden sonra, Rus Çarlığının Doğu Roma’yı devam ettirdiği varsayımı yatmaktadır. Dostoyevski, burada ayrıca, Hristiyanlık öncesi Rus tarihini yok saymaktadır. Ancak daha önemlisi, tıpkı Mışkin’in Katolik Kilisesi’yle Kutsal Roma İmparatorluğu arasında kurduğu bağ gibi, Rus Ortodoks Kilisesi’nin de Vladimir’den bu yana Rus Çarlığı ile sıkı sıkıya bağlı oluşudur.

Dostoyevski, Slavcı muhafazakarlığın tipik görüşlerini dile getirmektedir. Bugün bu görüşlerin çok benzerleri Vladimir Putin ve partisi Birleşik Rusya tarafından savunulmaktadır. Ekim Devrimi’nin siyasi etkisini kırdığı Rus Ortodoks kilisesi, Putin yönetimi tarafından yeniden Rus siyasal yaşamının merkezine yerleştirilmiştir. Mışkin’in Rus soyluluğuna yaptığı “direnme çağrısının” bir benzeri bugün de Rus muhafazakâr çevreleri, Rus oligarklarına yapmaktadır:

“Tüm bunların zararsız ve bizler için tehlikesiz şeyler olduğunu sanmayın. Direnmemizi biz de örgütlemeliyiz. (…) Bizim İsa’nın pırıl pırıl parlaması gerek onların Batılı İsa’larının karşısında. (…) Hayır, Cizvitlerin karşısına, onların bize attıkları yemleri yutarak değil, fakat Rus uygarlığını onlara götürerek çıkmalıyız.”

Bu tirat, Prens’in Çin vazosunu kırmasıyla son bulur. Kendisine geldiğinde ise, bu kez Mışkin’in soyluluğa övgülerle dolu konuşmasını başlar. Mışkin, Rusya’nın kurtuluşunu, bir sosyal sınıf olarak da soyluluktan (kendi sınıfından) beklemektedir:

“İyiden çok kötü şeyler duymuştum sizlerle ilgili olarak. Çok küçük çıkarlarınızın olduğu, tutucu olmanız, çağdışı oluşunuz, eğitiminizin yetersizliği, saçma sapan alışkanlıklarınız… Bugün merakla dopdolu olarak geldim buraya… Gerçeği kendim görecek ve yine kendim, Rus toplumunun bu en üst tabakasının değersiz, çağdışı kalmış, kendini bitirmiş ve ölmesi, çöküp gitmesi gerekli bir bütün olup olmadığına karar verecektim. Tüm bunları, hepinizi kurtarmak için söylüyorum. Sınıfımızın bir hiçliğe ve karanlığa yuvarlanmasını engellemek için söylüyorum… Her şeyi yitirerek yuvarlanmamızı engellemek için… Ortadan yiterek yerimizi başkalarına neden verecekmişiz? En ön sırada kalarak insanların önderi olabiliriz. (…) Önder olabilmek için de hizmetkâr olalım.”

Prens’in soylulara övgü dizdiği ikinci tirat ise sara krizine girmesi ve bayılmasıyla son bulur. Bu şartlarda Dostoyevski’nin en sevdiği tema olan “Rusya’nın kurtuluşunun” hangi sınıfın önderliğinde olacağını Mışkin açıkça belirtiyor: “Ortadan yiterek yerimizi başkalarına neden verecekmişiz? En ön sırada kalarak insanların önderi olabiliriz.” Toprak sahipleri sınıfının öncülüğünde, Ortodoksluğun köklerine dönerek, Rusya’nın manevi kurtuluşudur bu reçete. Tabii ki bu öneriler tarih dışıdır. Yok olmakta olan bir sınıfa beslediği tüm umutlar boştur Dostoyevski’nin.

Sosyeteye yaptığı tüm bu güzellemelere, övgülere rağmen soylular Prens Mışkin’i hor görür:

“Ivan Petroviç (…) genç adamın bir Slavofil ya da o türden biri olduğunu söyledi. Ancak pek de tehlikeli bir şey değilmiş bu.”

“Ona aklını yitirmiş biri olarak bakıyordu hanımlar…”

Prenses Belokonskaya: “Hasta… hasta bir adam.”

Dostoyevski bir yandan da, kendi trajedisini görüp yansıtabilecek kadar da gerçekçi bir yazardı. Mışkin’in çağrılarına aldığı bu horgörülü yanıt, Dostoyevski’nin aldığından farklı değildir. Dönemin Rusyası’ndaki sosyo-ekonomik gelişmeler Dostoyevski’nin önermesini tümüyle boşa düşürüyordu. Soylu sınıf çürümeye ve yok olmaya doğru gidiyordu. Soyluluğun elindeki devletin tüm engelleme çabalarına rağmen, yükselmekte olan iki genç sınıf, Rusya burjuvazisi ile işçi sınıfı, siyasal ve sosyal kapasitelerini ortaya koyarken, soyluluk ise giderek üretim dışı bir kabuğa doğru dönüşecekti. Her ne kadar II. Aleksandr’ın 1861 reformları, kişisel köleliği kaldırdığı halde, toprak sahibi sınıfı zayıflatmamış, hatta kısa vadede zenginleştirmiş de olsa, gelişen kapitalizm, her yanı kuşatarak, bu sınıfın sonunu hazırlıyordu. Köylerde sosyal farklılaşma ortaya çıkmakta, azat edilen köylüler, toprak sahibi değil, ücretli işçi haline gelmekteydi. Büyük şehirlerin izbelerinde birikmekte olan bu sınıf, Rusya’nın geleceğini belirleyecekti. Dostoyevski edebiyatının büyük gücü, Rusya’nın kenar mahallelerinde biriken bu sınıfı en çarpıcı biçimde tasvir edebilmesindeydi.

Aşk üçlemeleri

Budala, aynı zamanda bir aşk romanıdır ve bu pencereden de ele alınabilir. Mışkin’in Aglaya ve Nastasya arasında kalması, Nastasya’nın ise Mışkin ve Rogojin arasında kalması ile örülen çifte aşk üçlemesi, romana damgasını vurmaktadır.

Aglaya Yepançina’ya ve Nastasya Filipovna’ya beslediği duyguları anlamlandırmakta zorlanan Prens Mışkin, aslında ikisine de “âşık” sayılmaz, bu duyguyu henüz tanımıyordur o. Ama iki kadın arasında bocalıyor:

“Ah… Ah! İnsan iki kişiyi aynı anda nasıl sevebilir? Hem de farklı birer aşkla! İlginç olanı da buydu zaten. Zavallı budala! Acaba ona ne olacak şimdi?”

Mışkin Aglaya’nın güzelliğine, saflığına yönelik bir sevgi beslemektedir. Nastasya Filipovna’ya ise merhametle bağlıdır. Mışkin’inkisi daha ziyade meleklere özgü bir hissiyattır. Gerçek hayatla toplumsal bağlardan yoksundur.8

Aglaya Yepançina, Mışkin’in iyiliğine, saflığına vurgundur, ama o da bu aşkını kendi sosyal çevresine kabul ettiremez. Kaldı ki, zaten kendisi de bir türlü evlenmediği ve üniversite okumak istediği için ailesi tarafından “nihilist” olarak görülmektedir. Nastasya Filipovna ise ömrü boyunca sosyal çevresinde görmediği “insanı” Prens Mışkin’de keşfetmiştir. Oysa o bir yandan Mışkin’i bir bebek gibi görmekte, o da Mışkin’e acımakta, ama Rogojin’de tutkulu aşkı bulmaktadır. Böylece Nastasya birçok kez düğünlerden kaçar ya da son anda bunları iptal ettirerek ortadan kaybolur. Rogojin-Mışkin-Nastasya üçgeninde gerilim yükseldikçe yükselir.

Neticede Rogojin’in saplantılı tutkusu Nastasya’nın hayatına mal olur. Mışkin yine “iyiliğini” göstererek Rogojin’i odada Nastasya’nın cansız bedeniyle odada yalnız bırakmaz. Ancak neticede tüm bu yaşananlardan dolayı akıl ve ruh sağlığını yitirir ve geldiği yere, İsviçre’deki polikliniğe döner. Mışkin, Rusya’yı kurtaramamıştır.

 

Dipnotlar

1 Aktaran: Amar Purevdorj, F.M. Dostoyevski’nin Romanlarındaki Karakter Çerçevelerinin İncelenmesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Haziran 2017, sf. 85. Hatta Orhan Pamuk, Karamazov Kardeşler’i “geçen bin yılın kitabı” saymaktadır.
2 Budala, Dostoyevski, Sosyal Yayınlar, çev.: Kenan Vedat Gültek, 1999 baskısı, 2 cilt.
3 M.E. Saltıkov-Şçedrin v vospominaniyah sovremennikov v dvuh tomah, Tom pervıy, Moskva 1957’den aktaran, Burkay Ögel, 19. yy. Rus Edebiyatında Dostoyevski Eleştirisi, Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Ağrı, 2017.
4 Sanat ve Edebiyat Üzerine, s. 223, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2012.
5 Dostoyevski yeğeni Sonya’ya yazdığı mektupta şunları ifade etmektedir: “Romanın ana fikri, mutlak iyi insanı betimlemektir. Bunu ortaya koymak özellikle şimdilerde çok zordur. Tüm yazarlar, sadece bizimkiler değil, bütün Avrupalı yazarlar da, mutlak iyi insanı betimlemeye giriştiklerinde hep pes etmişlerdir. Çünkü bu sınırsız bir iştir. Mükemmellik bir idealdir ve ideal de – ne bizde ne de medenileşmiş Avrupa’da – şimdiye kadar ortaya çıkarılamadı. Yeryüzünde tek bir mutlak iyi insan vardır, o da İsa’dır – o ölçülemez ve sınırsızca iyi bir insandır ve sonsuz mucizelere sahiptir…. Hristiyan edebiyatında mükemmel insan figürü olarak sadece Don Kişot’u anabiliriz”. Mektuba atıf E. H. Carr’ın Dostoyevski biyografisinde, s. 199’da bulunabilir. (“Dostoyevski, Bir Yaşam Öyküsü”, çev. Ayhan Gerçeker, İletişim Yayınları, 10. Baskı, İstanbul, 2020). Yukarıdaki metni ise, Burkay Ögel’in tezinde sunduğu Rusça orijinalinden ben çevirdim.
6 Puşkin Üzerine Bir Konuşma, F. M. Dostoyevski, çev.: A. Behramoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Türkçe – Rusça basım.
7 Karamazov Kardeşler, s.279, çev. Nihal Yalaza Taluy, İş Bankası Yay., 18. Basım. Nisan, 2018, İstanbul.
8 E. H. Carr, Mışkin’in durumunu İncil’deki “Onlar ne evlenirler ne de evlenmeye düşkündürler, cennetteki melekler gibidirler” ifadesiyle açıklarken haklıdır. (Age, sf. 207)